Gerçeklerden Haberdar Olun
İstanbul
Hafif yağmur
9°
Ara

Kardeşlerin kavgası mı?   

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Kardeşlerin kavgası mı?        

“Kemal Kılıçdaroğlu’nun savunmasına ithaf edilmiştir.”

İstanbul-Bağdat demiryolu hattının başlangıç merkezi Haydarpaşa Garı’nın tam yüz iki yıl sonra alevlere teslim olabileceğini kim düşünebilirdi ki? O günden beri koca bir tarih, geleni gideni olmayan ıssız bir mezara dönüştüğü günden beri kuşlar bile konmuyormuş çatısına! Gelenlerin umudu, gidenlerin ayrılık acısı, sevinçleri, ağıtları, bekleyenlerin, bekletenleriyle koca bir tarih yoktu artık.

Haydarpaşa rant dövüşlerinin lanetli orta malı gibi restorasyon amacıyla çepeçevre yüksek çelik teller içine hapsedilmiş esas oğlanı bekleyen yasaklı sevgili gibi mahzundu. Rüzgâr çelik teller arasında uğuldarken, sessizliğin en kahreden esaretini taşıyordu. Bir zamanların Afrodit’i şimdi yaralı deniz kızı hüznü içindeydi. Kim bilir kapkara gecelerde, yıldızların bile kaçındığı gökyüzü altında gözyaşlarını içine akıtan kadersiz! Uzun zamandır kullanılmayan istasyon, bir zamanlar Anadolu’nun umudunu, isyanını, yükünü taşırdı. Bugün ise o raylar, geçmişin tozlarıyla kapanmıştı.

Kadıköy, Karaköy vapuru güvertesinde yüzü Haydarpaşa Gar İstasyonu binasına dönük bir adam oturuyordu. Selimiye kışlasına bakıyor, 12 Eylül faşistlerinin solcular için işkencehane ve zindana çevirdikleri Osmanlı ordusunun at ahırlarını hatırladı öfkeyle. Hemen önünde yaralı bir ceylan gibi ayakta durmaya çabalayan Haydarpaşa Gar İstasyonu. Hüzünlendiğini hissetti. “oda benim gibi..,” diye düşündü bir anlığına.  Üzerindeki takım elbise, yılların yorgunluğunu ve yıpranmışlığını taşıyordu. Elinde bir dosya vardı, içindeki belgeler dağınık ama hayatının ve yaşamın büyük ideallerini saklıyordu içinde. Bir savunma metni hazırlamıştı. Adı, Saim. Eski bir sendika lideri, işçi davalarının savunucusu. Şimdi, “toplum düzenini bozmak” suçundan yargılanmayı bekliyordu.

Saim, çocukluğunu hatırladı. Babası, bir köy muhtarıydı; sağcı partilere oy veren ama komşusunun tarlasına göz koymayan, "devlete itaat" lafını sıkça tekrar eden bir adam. Annesi ise halk hikâyeleri anlatan bir kadın; yoksulluktan kırılmış ama her gece çocuklarını adil bir dünyanın hayaliyle uyutmuştu. “Devlet,” derdi babası, “baba gibidir; yanlış da yapsa dövse de bizden olanı korur.” Ama Saim, annesinin masallarından başka bir dünya öğrenmişti; başka bir dünya.

Lisede sol hareketlerle tanıştığında, onunla alay edenler arasında sağcı ailelerin mahalle arkadaşları vardı. Bir gün biri şöyle demişti:

“Boşuna uğraşıyorsun, bu memleketin ruhu sağcıdır. Solculara yalnızca mezarda rahat verirler. Babam öyle diyor.”

Saim, bu tür sözleri birçok yerde duyuyor, mahallenin dayıları, amcaları, abileri sık sık Saim’e öğüt verirlerdi. Hak hukuk aramanın başına iş açacağı konusunda uyarıyorlardı. Saim her seferinde saygıda kusur etmese de, hem mahalledeki bazı sağcı ailelerden oluşan akranlarına, hem de kendisine öğüt veren başta babası ve komşu büyüklerinin aynı kaderi paylaşmakta olan yoksul emekçilerin sağ parti ve liderlerine taraf olmalarını anlamakta zorlanıyor, “hepsi emekçi “ diyerek kendine yakın hissetse de, onların ona “hain, devlet düşmanı, bölücü, anarşist, terörist “ gibi suçlamalarla düşmanca bakış ve sözlerine kahrolarak dayanmaya çalışıyordu.

 Ama yıllar içinde gördükleri, ona bu inancın kök salmış olduğunu acıyla gösterdi. Sağ siyasetin, devletin kasasının musluğunu istediğine açan, istemediğine kapatan, zenginleşen bir avuç azınlığı ihya ederken, ihale oyunlarını, servet transferlerini her defasında halkın iradesi adı altında meşrulaştırmasına tanık olmuştu. Buna rağmen, sol siyaset her defasında susturulmuş, ihanetle yaftalanmıştı. Sağcı politikacılar ise birbiri ardına tarih sahnesine çıkıp aynı oyunu sürdürüyorlardı. Umudunu ve emeklerini sömürdükleri “ruhu sağcı” yoksulların sayesinde.

Bugün burada, harap edilmiş Haydarpaşa istasyonuna bakarken, Saim’in aklına yakın zamanda duyduğu bir savunma konuşması geldi. Sosyal demokrat bir lider, sağ ve solu aynı kefeye koyarak, geçmişin acılarını birleştirme çabasıyla konuşmuş, “Aynı hedefe yürüyen kardeşlerdik,” demişti. Göğsünde bir ağırlık hissetmişti. Kim kabul ediyor kardeşliğimizi ki biz bilmiyoruz? Nasıl olurdu da solun ödediği bedeller bu kadar kolay harcanırdı. Kim vermişti bu yetkiyi? Hayatın da bir kez mahkemeye çıktı diye darağaçlarında can verenlerin, hapishanelerde çürüyenlerin tarihi acısı böyle eşitlenebilirdi? Denizler, Mahirler, 6. Filoya hayır dedikleri için, ”Vurun kızıllara” diyenlerle kardeş olabilir miydi?  Sağcılar, emperyalizmin işbirlikçisi, gönüllü yandaşı olmuşken, sol her defasında bu düzene karşı başını kaldırmış, ama her başkaldırışı kanla bastırılmıştı. Hem de 68 kuşağının ve sonrasının büyük kıyımlarının adını anarak nasıl kardeş olunacaktı! Gençliğindeki mahallede o çocuğun sözleri geçti aklında; “Boşuna uğraşıyorsun, bu memleketin ruhu sağcıdır. Solculara yalnızca mezarda rahat verirler.”

Karaköy vapuru son durak sirenini çaldığında toparlandı. Elindeki dosyayı sıkıca kavradı. Dosyada yazanlar savcıyı ikna etmeyecekti, biliyordu. Çünkü suçlama belliydi: “Halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek.” Oysa halkı savunmaktan başka bir şey yapmamıştı.

Ayağa kalktı, elleri ceplerinde, soğuktan uyuşmuş ayaklarını hareket ettirmeye çalışarak kaldırımların kenarında yürürken boğazın karşı yakasına baktı. O kıyının ötesinde yaşayanların çoğu, sağcı partilere oy verir, yoksulluğunun suçlusunu solcu idealistlerde arardı. Ama sol onlara ne yapmıştı ki? Çocuklarının eğitimi, sağlık hakkı, adalet, eşitlik... Hep solun haykırdığı değerlerdi.

Kendi kendine mırıldandı:

“Biz hep bu ülkenin vicdanı olduk ama onlar bizi hain ilan etti. Şimdi ise bizim adımıza konuşuyorlar, bizi sağla eşitliyorlar. Neden? Çünkü gerçek değişmez; sağın düzeni çürümüştür, solun düzeni henüz kurulmamıştır.” Saim, gökyüzüne baktı. Deniz kuşları telaşla gruplar halinde Haydarpaşa yönüne uçuyorlardı. Hafifçe gülümsedi “Sanki Ankara trenini kaçıracaklar!”  Geçmişin yükünü taşımaktan yaralı, yorgun düşse de, tek bir tren bile geçmeyecek olsa da raylar oradaydı. “Her zaman umut vardır” diye düşündü belki bir gün...

Elindeki dosyayı sıkıca tuttu. Duruşmaya giderken haklılığın özgüveniyle beton zemine daha güçlü basarak bir zamanların “At Pazarı” Cağaloğlu Adliyesine doğru yürüdü.  Onu susturacaklardı, belki de yıllarca hapiste tutacaklardı. Ama o biliyordu: Sağ, her zaman sömürünün temsilcisi olmuştu; sol ise eşitlik ve adalet arayışında darağaçlarında sallanmıştı. İkisini eşitleyen her söylem, sömürü düzenini “restore” etmekten başka bir şey değildi.

“Biz susturulacak olanlar değiliz” diye düşündü. Biz susarsak dünyanın bütün mazlumları da susar. Bizler, her susturulmanın ardından gelen çığlıklarız.” Saim, dünden daha dik yürüyordu.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *